Dağların karı erirken tabiat yeşermeye başladı. İklim desenleri her geçen gün değişmekteydi. Almaçatı Yaylası’nda kış, öfkesini bahara terk ediyordu. Kevenlitapur’un dolambaçlı oyuklarından süzülerek derme çatma evlerin arasına doğru inen içme suyu da her geçen gün azalmaktaydı.
Toros Dağları’nın kuytularına saklanmış yayla evlerinin kenarındaki bir haydanda dünyaya geldi. On dört çocuklu ailenin ilk oğluydu. Kendisinden önce doğup ölenlerin sebebini bilen yoktu. Bilse de bir şey değişmezdi. Yaylada hastalıklar kendiliğinden başlar, kendiliğinden iyileşirdi.
İlkokul çağına gelince okula başladı. Okulda sıra, masa yoktu. Tahtaları uzatıp altına destek koyarak ders yaparlardı. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar birleştirilmiş sınıfta okudu. Öğretmen, öğrencilerin bir kısmına ödev verirken “Siz şuradan şuraya kadar okuyun.” der diğerlerine de toplama, çıkarma, çarpma yapmalarını söylerdi.
Sabahleyin talebeler okula gelirken sobada ısınmak için bir adet odun getirirdi. Tezek getiren talebeler sınıfta ayıplandığı için her gün erkenden okula gelir, tezeği odunların arasına karıştırırdı.
İlkokuldan sonra öğrenimine üç yıl ara verdi. Yaylada çobanlık yaptı. Azık çantasında taşıdığı imtihana hazırlık kitabından matematik, Türkçe, yurttaşlık bilgisi derslerine çalıştı.
Koç Dağı’nın eteklerindeki Kara Mağara yakınındaki Kökpınar mevkisine vardı. Yorgunluktan dizleri tutmaz hâldeydi. Keçenin içine büzülerek derin bir uykuya daldı. Uykuyla uyanıklığın arasında karmaşık sesler duyuyordu. Bu ses, ürküp oraya buraya kaçışan keçilerin sesiydi. Büyük bir heyecanla uyandı. Kocaman bir canavar, çebici almış götürüyordu. Ayağa kalktı. Karartıyı gören canavar, çebici olduğu yere bırakıp kaçtı. Azık çantasında taşıdığı bıçakla mundar olmasın diye çebici kesti. Canavar ateşe gelmez deyip etraftan çalı çırpı toplayarak ateş yaktı. Sabahı zor etti. Gün ışımaya başlamıştı. Etrafa baktığında canavar, çebiçlerden birkaçını boğmuş; birkaçını da yaralamıştı.
Güttüğü sürüyü saydığında üç tanesinin eksik olduğunu fark etti. Ateşin yandığı esnada kıvılcımlar keçeye sıçramış; keçe, ucundan yukarıya doğru epeyce yanmıştı. Keçeyi yaktığını gizleyerek yaşadıklarını çobanlığını yaptığı dayısına anlattı. Dayısı: “Olsun yeğenim, onların da rızkı var.” diyerek kendisini teselli etti.
İlkokul beşinci sınıfı bitirene kadar nüfus cüzdanı yoktu. Öğretmen okulu imtihanına katılmak için çobanlıktan ayrıldı. Bu arada nüfus cüzdanı da çıkmıştı. Dayısı sürüye yeni bir çoban tuttu. Acar çoban kendisine teslim edilen keçenin enine boyuna baktıktan sonra yandığını fark eti. Yanık yerini gizlediği keçeyle ilgili durum ortaya çıkmıştı. Dayısı bir gidenle haber gönderdi: “Keçeyi yakan o kerataya söyleyin gözüme gözükmesin, onu ancak imtihanı kazanırsa affederim.” dedi.
Pazarören Öğretmen Okulu, civar illerden öğrenci alıyor; sınavlar ise yazılı olarak yapılıyordu. İmtihan, birinci gün Türkçeden, ikinci gün ise matematikten oluyordu. İmtihanın yapılacağı yere önceden gitti. Gelen öğrencilere baktığında herkesin üstü başı düzgündü. Onları görünce bana sıra gelmez düşüncesiyle morali bozuldu. İmtihan spor salonundaydı. İlk gün salonun önünde yüzlerce öğrenci toplanmıştı. Sırası gelince salona girip görevli öğretmenin gösterdiği sıraya oturdu.
O günkü sınav salon görevlisi, Halevik köyünden Eğitmen Halil Gültekin idi. Okuryazarlığın az olduğu o devirde okuma yazma öğretmek için köylere eğitmen gönderilirdi. Eğitmenler; sağlık, ziraat, tedrisat konularında emsallerinden daha farklı özelliğe sahiptiler. Halil Eğitmen de bunlardan birisiydi. Ciddi duruşlu, berrak bakışlı bir insandı. Cilalı ayakkabısı ve boynunu boğarcasına sıktığı kravatıyla oldukça dikkat çekiciydi. Aylar boyunca giydiği her hâlinden belli olan takım elbisesi uzaktan fark ediliyordu. Dayısının oğlu Tufan Hoca, Halil Hoca’ya: “Bak, bu bizim akrabamız; takıldığı yer olursa bu çocuğa yardım et.” dedi.
Türkçe sınavının konusu Orhan Şaik Gökyay’ın “Bu Vatan Kimin?” şiiriydi. İlk soruda “Şiiri açıklayınız.” diyordu. Açıklamasında: “Tarih boyunca pek çok mücadeleye giren ve bu mücadeleler sonucunda binlerce evladını kaybeden Türk milletinin ülkesine, bayrağına, kendisini hür ve bağımsız bir millet yapan etkenlere sahip çıkışını ifade eder. ‘Bu Vatan Kimin?’ sadece bir şiir değil Türk milletinin dünyaya haykırışı ve şehitlerine saygı duruşudur.” diye yazdı.
Sorulardan birini cevaplandırırken terlemeye başladı. Soru “Şiirdeki kafiyeleri bularak yazınız.” diyordu. Öğretmenleri sınıfta o kadar ders işlemiş; duvar diplerinde, söğüt ağaçlarının altında, çeşme başında o kadar çok ders vermişlerdi ancak bu derslerin hiçbirinde de kafiyeyi görmemişti.
Halil Hoca yanına yaklaşarak “Takıldığın yer var mı?” diye sordu. “Kafiyeyi bilmiyorum öğretmenim.” dedi. Halil Hoca: “Mısra sonlarındaki yazılışları ve okunuşları aynı, anlamları ve görevleri farklı kelimelerin, eklerin benzerliğine kafiye denir.” dedi. Şiirin sonundaki “ocaklarından, ırmaklarından, bayraklarından” kelimelerinin içlerindeki kafiyeleri göstererek “İşte şunlar kafiye.” dedi. Bu soru, aynı zamanda baraj sorusuydu. “Bu Vatan Kimin?” şiirinin içerisinde geçen kafiyeye verdiği cevap hayatının dönüm noktası oldu. İkinci gün matematik sınavına girdi. Matematik bilgisi çok iyiydi. Soruların tamamını çözdü.
Güz mevsimiydi. Yazılı sınavlar yapılmış, aradan iki ay geçmiş, sonuçlar henüz belli olmamıştı. Pazarören’e gitti. Okulu gezip dolaştı. Öğleden sonra okul idaresinin önündeki cama, kazananların isim listesinin asılacağını duydu. Liste asılmıştı. Heyecandan isimleri okuyamıyordu. Sınava giren beş bin kişiden iki yüz kırk kişi kazanmıştı. Kazanan öğrenciler arasında kendisiyle birlikte kardeşi Bekir ve köylüsü Osman Arslan da vardı. Ancak iş henüz bitmemişti. Yazılı imtihanı kazananlar için bir de mülakat yapılacaktı.
Okulların açılmasına on beş gün kala mülakata çağrıldı. Mülakatta giyim kuşama da puan veriliyormuş, dediler. Elbisesi yoktu. Orman muhafaza memurlarının, namıdiğer kolcuların giydikleri özel kıyafet olan yeşil bir pantolonu vardı. Yama üstüne bir yama daha yapılmış olan pantolonu yıkayıp, kurutup giyiyordu.
Yazılı imtihanı kazanmanın sevinci öz güvenini epeyce artırmıştı. Mülakat günü yaklaşıyordu. Gün geldi çattı. Yakın komşularından Dursun Yıldırım’ın lacivert bir takımı vardı. Dursun’a: “Pazarören’e öğretmenlik mülakatına gideceğim, elbiseye de puan veriyorlarmış, bir günlüğüne takım elbiseni bana verebilir misin?” dedi. Dursun Yıldırım bu teklifi severek kabul etti.
Elbiseyi giyip sözlü imtihana gitti. Mülakatın yapıldığı spor salonunun önünde bekliyor, öğretmenlerin neye önem verdiklerini kapıdan çıkan öğrencilere soruyor, onların yüz hatlarına göre notlar alıyordu. Müşahedelerinden sınavın kapıda kazanılabileceğini anlamıştı.
İkinci gün öğleden sonra sıra kendisine geldi. Evvela Türkçe ve tarih derslerinin sözlüsüne girdi. Soruların çoğunu doğru cevaplamıştı. Sözlü imtihanın ikinci bölümü, fen bilimleri ve matematik dersleriyle ilgiliydi. İçeriye girdikten sonra kara tahtanın önüne çağrıldı. Soruları Nafiz Çelebi isminde bir hoca soruyordu. Matematik soruları seviyesinin çok üzerindeydi. Sınav tamamlandıktan sonra Nafiz Hoca parmağıyla işaret ederek: “Git, oradan bir tane bisküvi al.” dedi. Teselli olsun diye bisküvi verildiğini zannediyordu. Oysaki mülakat komisyonunun ve soruyu soran hocanın kendi aralarında bir şifresi vardı: Kazanamayan kişi direkt dışarı çıkarılıyor, kazanan kişiye ise bisküvi ikram ediliyordu.
Kendisinin dışında, mülakata katılan herkesin yanında bir yakını vardı. Kazanamayacağı kaygısıyla ağlamaya başladı. Yanında kimsesi olmadığı için avutma işi orada bulunanlara düşmüştü. Hava kararmaya başlamıştı. Israrla bekledi. Müdür Yardımcısı Hüseyin Abraz, idare hizmet binasının önündeki balkona çıkarak önce bir konuşma yaptı, arkasında da kazananların isimlerini açıkladı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Adlar karışık okunuyordu. Nihayet ismi okunmuş ve mülakatı da aşmıştı. Kâh yürüyerek kâh koşarak Sıradan köyünden Halevik köyüne, oradan da Körkuyu üzerinden gece yarısı köye ulaşarak müjdeyi vermek için eve vardı. Annesi, babası henüz yatmamışlar; çocuklarından gelecek havadisi bekliyorlardı. İşaret parmağıyla cama vurur vurmaz annesi tıpırtıyı fark ederek “Kazandın mı?” diye seslendi. “Kazandım, kardeşim Bekir’de kazandı!” dedi. Mutlulukları ikiye katlanmıştı. Birbirlerine sarılmış, sevinçten ağlıyorlardı…
Okul hayatına üç yıl ara vermiş, Aslanbeyli’de açılan demir ustalığı kursuna katılmış, Mancusun ve Himmetdede’de benzinlikte çalışmış, Kayseri’nin değişik mekânlarında hamallık yapmış, ahır temizlemiş, ırgatlığa gitmiş, hanların izbe köşelerinde bir başına yatıp kalkmıştı. Küçücük yaşına sığdırdığı kocaman hikâyeler, bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti. Artık öğretmen okullu olmuştu.
Okulu kazanmıştı ama elde avuçta bir şey yoktu. Okula kaydolmak için sağlık raporu, valiz, don, atlet, çorap, mendil, havlu, mandolin, flüt, diş macunu, diş fırçası olmak üzere ihtiyaç duyulan malzeme listesi uzayıp gidiyordu. Öğretmen okulunu kazanan iki kardeş oldukları için liste de iki katına çıkıyordu. Babalarında bir kuruş para yoktu. İki çocuğun okulu kazanmasının ardından gelen gurur ve sevinç, yerini derin bir hüzne bırakmıştı.
Babası: “Oğlum, bizim paramız yok! Kızılören’de İbiş’in oğlu Ahmet var, onların durumu iyi. Ahmet’in anası Urkiye, senin annenin teyzesi olur. Kardeşimle ben öğretmen okulunu kazandık, okuldan istenilen malzemeleri almamız mümkün değil deyip git onlardan iste, bu parayı verirse ancak onlar verirler.” dedi.
Binbir kaygıyla Kızılören’e gitti. “Ahmet dayı, babamın selamı var. Kardeşim Bekir ile ben öğretmen okulunu kazandık, okula kaydolmak için paramız yok, bize otuz beş lira lazım, onun için geldim.” diyerek başını yere eğdi. Ahmet dayı derin derin düşündü, duygulandı, epeyce yüzüne baktı, gözleriyle tepeden tırnağa süzdü ve sonra “Al sana elli lira yeğenim, babana götür, ver, çok selamımı söyle. Kayseri’den öteberi getirsin, satsın, kazandığında da paramı getirip versin.” dedi.
Okula kayıt parasını temin etmişti. Kendisine verilen listenin tamamını alamasa da çoğunu tedarik edecek paraya kavuşmuştu. Komşulardan bir asker bavulu buldu. Bavul tahtadandı. Eşyalarını yerleştirip kardeşiyle birlikte öğretmen okulunun bulunduğu Pazarören’in yolunu tuttu.
Okulun ana giriş kapısı olan Toros kapıda kontrol noktası oluşturulmuştu. Önce isim, soy isim soruluyor; sonra bavullar kontrol ediliyordu. Okulun istediği malzemelerden noksan olanlar vardı. Kontrolden geçenlerin malzemelerinden alıp eksiklerini tamamladı. Üzerindeki giysiler çok eskiydi. Tek ümidi okuldan verilecek olan yeni elbiselerdi.
Okulun birkaç yüz metre ilerisinde Yeregeçen köyü vardı. Ambar memuru Salih Amca o köydendi. Babasının yakın tanıdığıydı. Öğrencilere verilen yatak, çarşaf, battaniye işlerine Salih Amca bakıyordu. Babasının mali durumunu yakından bildiği için Salih Amca okulu kazandığına çok sevinmişti. “Bir isteğin olursa başka yerlere gitme, benim yanıma gel.” diyerek çarşaf, yatak, yastık yüzü ve battaniyenin en temizini, en yenisini verdi.
Öğretmen okulunda sınıflar ana binadaydı. Binanın tamamı öğrenciler tarafından yapılmıştı. Okulun bir esas giriş kapısı vardı. İki ayrı yerde de döner kapıdan giriş çıkış yapılıyordu. Okulun bahçesinde bulunan akasya, erik, kayısı, elma ağaçları okula bambaşka güzellik katıyordu. Okulun girişindeki sağlı sollu çamlar, sıra binalar adı verilen ve cumbalı evlere benzeyen iki katlı dersliklerin hizasından, öğretmen lojmanlarına kadar uzanıyordu.
Sıra binaların üst katı ev alt katı ise derslik olarak kullanılıyordu. Kesme taş usulüyle yapılmış öğretmen lokali estetik bir mekân görünümündeydi. Okulun çarşı çıkışında bulunan döner kapının sol tarafında okula ait traktör, otobüs ve diğer iş makinelerinin garajı; sağ tarafında da hamam vardı. Okulun reviri öğrencilere sağlık hizmeti sunarken sinema salonunda ise hem toplantılar yapılıp piyes oynanıyor, hem de haftada bir gün Kayseri’den getirilen filmler izletiliyordu. Film makinesini yöneten Kemal Amca, okulun tüm binalarını ve okulu çevreleyen kasabayı aydınlatan elektrik jeneratörünü çalıştırıyor; üstelik bakımını da kendisi yapıyordu.
Okulda aynı anda üç sınıfa yetecek sayıda kazma, kürek, bel, tırmık ve çapanın olduğu tarım atölyeleri vardı. İdare binasının ilerisinde terzihane, çaprazında ise itfaiye bulunuyordu. Okul, erkek öğretmen okulu olmasına rağmen her sınıfta bir iki tane kız öğrenci vardı. Onlar da okulun memur ya da çalışanlarının çocuklarıydı.
Ana binanın arka tarafında ayakkabıların, kıyafetlerin, kuru yiyecek erzakının bulunduğu oval bir depo vardı. Deponun kontrolü üç kişi tarafından yapılırdı. Kapısı; ambar memuru, nöbetçi öğretmen ve nöbetçi öğrenci tarafından üç ayrı anahtarla açılırdı.
Deponun arkasında yatakhane vardı. Koğuş sistemi şeklindeki yatakhanede otuz kırk kişi aynı yerde yatıyordu. Yatakhanenin ismi “Gül Cemal” idi. Ana bina, işlik ve diğer yapılar gibi burayı da öğrenciler yapmışlardı. Duvarında, çatısında, demirinde, çimentosunda öğrencilerin alın teri, göz nuru, el emeği vardı.
Okul yapılırken Cemal isminde bir öğrenci iskeleden düşüp hayatını kaybetmiş, vefatı esnasında gülümsediği için de “Gül Cemal” denilmişti. Pazarören Öğretmen Okulunda okuyan her öğrenci için çok büyük önem arz eden ve ismi yatakhaneye verilen Gül Cemal’in kabri, okulda vefat edip annesi babası ya da yakınları tarafından memleketine götürülemeyen öğrencilerin defnedildiği gibi Toros kapı girişinin sol tarafındaki okul mezarlığındaydı.
Okulun otuz dönüm çiftliği vardı. Çiftlikte hindiler, tavuklar, koyunlar, keçiler hatta montofon tipi inekler dahi besleniyordu. Haftada bir gün öğrenciler yumurta yiyor, haftanın bir gününde de süt içiyorlardı. Tarlalardaki sebze ve meyvelerin ekimi, dikimi, bakımı, sökümü öğrencilere aitti. Çiftlikte lahanadan havuca, pancardan günebakana, arpadan yulafa her türlü tarım ürünleri yetiştiriliyordu.
Ekmek, okulun fırınında pişiriliyordu. Odunların taşınması, fırına un götürülmesi, ekmeğin yemekhaneye ulaştırılması, fırının temizlenmesi işini tümüyle öğrenciler yapıyordu. Okulun her biriminden bir sınıf sorumluydu.
Öğrenciler için disiplin, birinci ilkeydi. Öğrencilere gelen mektupların okunduğu köşe başında bulunan ve kampana olarak adlandırılan zilin çalınmasıyla sınıflara girip çıkılır, dersler bir saniye dahi olsa aksatılmazdı. Bir hafta süreyle nöbetçi olan öğrenci başkanının elle salladığı zilin sesi, uzak köylerden dahi duyulurdu.
Okulun çok zengin bir kütüphanesi vardı. Kütüphanede Doğu ve Batı klasikleri başta olmak üzere binlerce kitap bulunuyordu. Kitap okuma yarışmaları bir şölene dönüşürdü. Hafta sonu tatiline girilirken en çok kitap okuyan öğrencinin ismi okul müdürü tarafından açıklanır, öğrenci tebrik edilir ve ödüllendirilirdi. Sınıf temizliği ile ilgili de öğrenciler yarıştırılır, en temiz sınıf o hafta sonu bayrak alır, bayrak bir hafta süreyle sınıfta muhafaza edilirdi.
Dersler cumartesi öğlene kadar yapılırdı. Okul müdürü bayrak merasiminden önce haftanın değerlendirmesini yapar, “İçinizde öğretmen adaylarına yakışmayacak şekilde giyinenler var!” diye uyarıda bulunurdu. O, urbası yamalı olduğu için bayrak merasiminde sıranın en gerisinde durur; görünmeyeyim diye dizlerini bükerek iyice küçülürdü.
Öğretmen okuluna girmesi esnasında mülakatına katılan Hüseyin Abraz, matematik öğretmeniydi. Abraz Hoca öğrencileri sıkça sözlüye kaldırırdı. Okulun ilk dönemiydi. Dört kişiyi sözlüye çağırdı. İçlerinde kendisi de vardı. Kıyafetine baktı. Dirseğinden tuttu. “Sen öğretmen mi olacaksın, kamyon şoförü mü olacaksın?” dedi. Kıpkırmızı kesildi. Öğrencilerin karşısında utancından yerin dibine geçti. Hocanın soruları karşısında bir tek kelime dahi konuşamadı. Yazılıda aldığı yüksek not için öğretmen: “Sen bu notları nasıl aldın, arkadaşlarından kopya mı çektin yoksa? Otur, bir!” dedi.
İdealleri vardı. Yüksek öğretmen okuluna gitmek istiyordu. Disiplin cezası almamanın yanında derslerin tamamının pekiyi olması gerekiyordu. Matematik hocası moralini altüst etmişti.
Üçüncü sınıfta okuyan akrabası İsmail Gökduman’ın yanına gitti. Öğretmen okulu geleneğinde bir üst sınıfta olanların yanına gidildiğinde ön iliklenir, ağabey diye hitap edilir, baş ile selam verilir, sonra da mevzu neyse anlatılırdı. İsmail Gökduman’a durumu açıkladı. O da “Hüseyin Abraz’ın huyunu bilirim. Seni dönem sonunda tekrar sözlüye kaldırır, bir alırsan karnene bir verir, on alırsan karnene on verir. Kendine güveniyorsan hiç merak etme, canını da sıkma.” dedi.
Matematik hocasının üslubunu öğrenmişti. Ertesi hafta otobüse binip Kayseri’ye gitti. Dişinden tırnağından artırdığı para ile kaç çeşit matematik kitabı varsa hepsinden birer ikişer aldı. Yazarı Turan Tan olan matematik kitabı, herkes tarafından imtihan kazandıran kitap olarak bilinirdi. Soru çeşitliliği ve anlatım türü bakımından da oldukça zengin bir kitaptı.
Hayatında en ilginç bulduğu havuz problemlerinden çözmediği soru kalmamıştı. Beş binin üzerinde havuz problemi çözdü. Neredeyse bir o kadar da faiz problemi çözdü. Havuzun ne olduğunu bilmiyordu. Bahçeyi sulamak için köylerde toprağı kazarak açılan çukur zannediyordu. Sömestir gelmeden ortaokul birinci sınıfın konularını bitirip ikinci sınıfın konularını öğrenmeye başlamıştı.
Okullar açıldıktan kısa bir süre sonra öğretmen okulunun son sınıfında okuyan öğrenciler davul, zurna eşliğinde köylere stajyer olarak gönderilirdi. Kayseri’nin değişik köylerine giden öğrenciler iki ay süreyle okullarda staj yapardı. Öğrencilerin kılık kıyafetleri eski de olsa temiz ve ütülü olurdu.
Okul tarafından öğrencilere verilen elbiseler okulun terzileri tarafından dikilir, dikme işi son sınıflardan başlayarak alt sınıflara doğru devam eder, en sonunda da birinci sınıfların elbiseleri dikilirdi. Her sene kahverengi dikilen elbisenin yerine o yıl ilk defa lacivert elbise dikilmeye başlanmıştı. Stajyer öğrenciler de köylere lacivert takımlarla gideceklerdi.
Teyzesinin oğlu Kadir Gökduman son sınıfta okuyordu. Yanına gitti “Matematik hocası benim kıyafetimle dalga geçiyor, okul müdürü her hafta kıyafetlerimizi eleştiriyor, elbisem yok. Okul bize giysi verinceye kadar senenin sonu gelir, hocaların sınıfta beni aşağılamasına dayanamıyorum artık!” deyince Kadir Gökduman da “Okul müdürünün yanına git, durumunu anlat.” dedi.
Okul Müdürü İhsan Soysal oldukça otoriter bir görünüme sahipti. Sert bakışlıydı. Ses tonu ürperticiydi. Hafif tıknaz, orta boylu, kolları geniş, parmakları iriydi. Okula yeni başlayan bir talebenin müdürün odasına girip kendisiyle ilgili bir meseleyi dile getirmesi pek rastlanan bir durum değildi.
Tüm cesaretini toplayarak okul müdürünün odasına girdi. “Öğretmenim, siz her cumartesi ‘Lastik ayakkabıyla, eski ceketle, yırtık pantolonla okula kimse gelmesin!’ diyorsunuz ama babamın bunların hiçbirini alabilecek gücü de yok parası da yok. Babam çerçilik yapıyor. Diğer kardeşim de burada okuyor, vaziyetimiz budur.” dedi ve ağlamaya başladı.
Okul müdürü ayağının altında bulunan yuvarlak bir düğmeye bastı. Zilin sesi koridorda çınladı. Ayniyat işlerinden sorumlu olan Rahmi Bey içeri girdi. Rahmi Amca uzun boylu, enine boyuna dev gibi bir adamdı. Durduğu yerde başı sürekli sallanırdı. Okul Müdürü: “Rahmi Bey, bu çocuğun ve kardeşinin numarasını alın. Sınıfları gezerek okulda kaç tane fakir çocuk varsa onları da tespit edin. Pazartesi günü öğrenci temsilcisi ve nöbetçi öğretmenle birlikte depoya gidin. Deponun kıyısında köşesinde kalan havlu, mendil, ayakkabı, elbise, çorap ne varsa bu çocuklara verin. Tutanaklarını sağlam bir şekilde yapın, sonrasında da beni bilgilendirin.” dedi.
Rahmi Bey dışarı çıkarken müdür onu tekrar yanına çağırdı ve ona: ”Rahmi Bey, bundan sonra öğrencilerin elbise dikimine son sınıflardan değil birinci sınıflardan itibaren başlansın. Okula yeni gelen çocukların üstleri başları yok. Biz bu durumu nasıl fark edememişiz. Bu talimatımı terzilere de hemen iletin. Ben de kendileriyle ayrıca konuşacağım.” dedi.
Merdivenleri üçer beşer inerek dışarı çıktığında sevincinden hangi yöne gideceğini şaşırdı. Hafta başından itibaren yeni kıyafetlerine kavuştu. İlk defa takım elbise giydi. Karne tatiline on beş gün kalmıştı. Matematik hocası ne zaman sözlüye çağıracak diye sabırsızlıkla bekliyordu. Bu arada fizik ve kimya laboratuvarının gözetici başkanı olmuştu. Okulun mandolin grubuna da seçildi. Ekip içerisindekilere kıyasla fazla yeteneği olmasa da azimle, sebatla çalışmasını sürdürüyordu.
Matematik Öğretmeni Hüseyin Abraz kurulu saat gibi sınıfa girer girmez ilk derste sözlüye kaldırdı. Yepyeni esvabı giymiş, kendine güveni gelmiş, binlerce soru çözerek neredeyse dokunmadık soru bırakmamıştı. Öğretmen sorulara geçmeden tebeşiri eline alıp sözlü sınav için tam tekmil hazır olduğunu gösterdi. Abraz Hoca hangi soruyu sorduysa cevapladı. Hoca: “Sen nasıl bir aldın, anlamadım! ” diyerek şaşkınlığını dile getirdi. Kendisi de “Öğretmenim, o gün benim giysim çok kötüydü. Beni hor gördüğünüz için bildiklerimi unuttum, utancımdan konuşamadım. Ayrıca o günden sonra da gece gündüz çalıştım.” diye cevap verdi. Hoca: “Otur, on!” dedi.
Bu durum matematik hocası için öğrenci karşısında nasıl davranması gerektiği ile ilgili bir yenilenme, öğrenci için ise başarıya ulaşma sırrının çözüldüğü yeni bir başlangıcın işareti olmuştu.
Okulda her öğretmenin ayrı bir üslubu vardı. Her birini yakından takip ediyor, nasıl bir öğretmen olması gerektiğinin hayalini kuruyordu.
Gesili Ünsal Polatkan, ilgisini çeken örnek bir tarih öğretmeniydi. Tarih dersinde rakamlarla ilgilenmez, neden-sonuç ilişkisine bakardı. Savaşları, o anı yaşar gibi coşkuyla anlatır; öğrencileri de heyecanlandırırdı.
Beden eğitimi öğretmeni Birol Turhan okulda patakçılığı ile ün salmıştı. Kimya Öğretmeni Ayşe Dereli ile sözlendikten sonra bu hasiyeti azalsa da Ayşe Hoca’nın yanından geçen öğrencilere verdiği zorunlu olarak başını eğerek geçme talimatına bir türlü akıl erdiremiyordu.
“İnsanın rengi karanlıkta belli olur.” diyen Resim Öğretmeni İbrahim Uysal’ın ihtimamla çizdiği karakalem resmini seyrederken âdeta büyülenir, Abdülkadir Aslan Hoca’nın bıçakla demir pası kazıyormuş gibi kundurasından çıkardığı sese pür dikkat bakmaktan kendini alamazdı.
Okulda herkese nazik davranan ve öğrencilerle latif bir bağ kuran Manisalı genç öğretmen Taciser Tantuğ: “Talebelerimizin içinde son derece mert, çalışkan ve terbiyeli bir öğrenci var; Yüksek Öğretmen Okuluna girmek için şimdiden plan yapıyor.” diyerek hayallerini hafızalara kazıttığı ününü öğretmenler odasına taşıdı.
İkinci sınıftan itibaren sınıf mümessili oldu. Matematik öğretmeni değişmiş, Tomarzalı Rasim Yılmaz, matematik öğretmenleri olmuştu. Öğrenciler ona “EF” ismini koymuştu. Rasim Hoca, yaptığı matematik sınavının sonuç listesini öğrencilere göndermişti. İkiden yüksek not alan yoktu. Arkadaşları bu sonuca inanamayıp sonuçların doğruluğunu teyit için “Rasim Hoca seni seviyor, git hocaya sor, sonuçlar gerçekten böyle mi?” diye birkaç öğrenciyle birlikte hocanın evine gitti. Pazar günü Rasim Hoca’nın lojmandaki evine varıp kapıyı çaldı. Hoca kapıyı açtı. “Ne istiyorsun?” dedi. “Öğretmenim, notlar…” demeye kalmadan kocaman bir şamar yedi. Neye uğradığını şaşırdı. Şamarın sesi lojmanın alt katlarına kadar yankılandı. Arkadaşları kaçışarak uzaklaştılar. Sınıf arkadaşlarının yanına gidip olanları anlattı. Şamar yediğini söyledi. Kimisi elini dizine vurup gülerken kimisi de hüzünlenip dudak bükerek suratını azdırdı.
Pazartesi günü Rasim Hoca sınıfa girip derse başlamadan öğrenciler: ”Yazılı notlarını gönderdiğiniz listedeki notlar doğru muydu hocam?” diye sorunca “Notlar doğru ama o gün evime geldiniz. Evime gelmenizden ben rahatsız olmadım ancak not için eve gelmeniz beni kızdırdı. Bu yüzden istemeyerek bir arkadaşınızın da gönlünü kırdım.” diyerek öğrenciler arasından kendisini çağırarak özür diledi.
Yaz tatillerinde otelde çalıştı. Amelelik yaptı. Bazı günlerde yevmiyeci oldu. Dayısının da işçi olarak çalıştığı Ceylanpınar’a kadar giderek Devlet Üretme Çiftliğinde buğday eleyen selektör makinesini yağlama işi yaptı. Urfa’nın kıraç, çıplak, bozarmış topraklarının havasını yakından teneffüs etti. Kişinin çalıştığı yerlerin hayatına neler kattığını ve hayatından neler eksilttiğini görerek, yaşayarak öğrendi.
Yıllar birbirini kovaladı. Öğretmen okulunun beş yılı Pazarören’de su gibi akıp geçti. Öğretmenler kurulu kararı ile İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okuluna seçildi. İlk defa deniz gördü. O zamanlar boğaz köprüleri yoktu. Vapurla karşıdan karşıya geçti. Öğrenciyken nişanlanmıştı. Nişanlı olduğu için kendisini sorumlu hissederek öğrenci olaylarının hep dışında kaldı. Bir an önce mesleğini eline almak istiyordu.
Fizik öğretmeni oldu. Tayin olduğu lisede geçim şartları onu ikinci iş yapmaya zorladı. Her ay birinden alıp diğerine vererek arkadaşlarından borç para aldı. Öğleye kadar derse girdi, öğleden sonra bisikletin arkasında sucuk sattı. Uzak yerlere dolmuşla, belediye otobüsüyle gitti. Filesinde taşıdığı sucuklar kokuyor gerekçesiyle yolcuların tepkisiyle karşılaşıp araçtan indirildiği oldu.
Evinde üniversiteye hazırlık kursları verdi. Bir vesileyle TRT’nin fizik dersi için hazırladığı programı elde etti. Ders kitapları ile kaynak kitaplardaki sınav sorularını kayıt altına alarak geniş bir soru arşivi oluşturdu. Aileler, gözü arkada kalmadan çocuklarını kendisine teslim etti. Pek çok mesleğin mensubu olacak binlerce öğrencinin üniversiteye yerleşmesine kılavuzluk etti. Ülkesine, milletine, diline, tarihine, inancına sahip çıkan nice talebeler yetiştirdi.
Vaktiyle işi genişleterek madenî yağ işine başladı. Elektrik dükkânı açtı. Tekaüde ayrıldıktan sonra akaryakıt sektörüne girdi. “Ege’den Anadolu’ya katkı” sloganı ile yerli ve millî akaryakıt istasyon ağları oluşturdu. Rabb’inin verdiği lütufla düşlerinin ufku surları aştı. Alışveriş hayatını babadan aldığı usul ve erkân üzerine inşa etti. Başarı öyküsünün sırrını; kendine inanmak, disiplin ve çok çalışmak olarak belirledi.
Pınarbaşı yöresinden ağıtlar derledi. Derlediği ağıtlar, Kültür ve Turizm Bakanlığı kayıtlarında yer aldı. Hayatı boyunca örf ve âdetlerini hiç unutmadı. Adına dörtlükler yazıldı: “…Avşar eli Oğuzların boyundan / Geldi gitti kuru çayın selinden / Pınarbaşı Aslanbeyli elinden / Geldiği yerleri unutmadı hiç…”
Mezun olduğu Pazarören Öğretmen Okulunu ziyarete gitti. Okuduğu ana binanın harabeye dönmüş olduğunu seyrederken anıları depreşti. Okulun onarımını üstlendi. Tadilat işi bittikten sonra inşaat atığının arasındaki taşların üstüne oturup binayı seyrederken bir çocuk gibi hem sevindi hem ağladı.
Çıkınında biriktirdiği hatıratlarını “Geçen Yıllarım Mustafa Yalçınkaya ” adlı kitapta topladı.
Kitabının ön sözünde: “Yokluk onu ya bileğinden ya yüreğinden yakaladı. Önüne çıkan hayat duvarını kimi zaman tırmanarak, kimi zaman gediklerden yol bulup geçerek, kimi zaman da duvardan atlayarak bugünlere geldi.” ifadeleri yer aldı.
Kitabında kendisini yakından tanıyanların görüşlerine yer verme inceliğini gösterdi. Hakkında yorum yapanlar kitaba “Öğretmenlikteki başarısını ticari yaşamında da ispatlayan, dürüst, sözünün eri.” diye yazdılar. “Gönlü Yunus gibi sevgi dolu, başı Dadaloğlu gibi dik insan.” diyenler oldu.
Üniversitede okurken köyüne davet ettiği Kıbrıslı okul arkadaşı: “Annesi ve babası beni muhabbetle karşıladı, çok fakir bir aileydi. Bir tek keçileri vardı, benim için o keçiyi kestiler.” diye not düştü.
İş yeri çalışanları: “O, iş görenlerinin dertleri ile üzülüp sevinçleriyle mutlu olur.”, “İş yeri sahibi olarak değil, biz onu hep öğretmen olarak gördük.”, “İşine, aşına, arkadaşına sahip çıkacaksın; onun en büyük öğüdü olarak hafızamızı süsler.”, “O, hiçbir olayı tütsülemeyip umudunu yarından kesenlerin çaresi olmuştur.”, “Korkularımız aklımızı işgal ettiğinde içimizdeki boşluğun doldurulması için mutlaka bir büyüğe ihtiyaç duyarız. Hocamız işte odur.” diye değerlendirdiler.
Öğrencileri: “Sokakta görünce yolumuzu değiştirirdik.”, “O yıl içimiz, dışımız matematik olmuştu.”, “Kursa geç gelenlere yandım Allah çektirirdi.”, “Çarıklı köy çocukları okusun; yurduna, yuvasına yararlı insan olsun diyerek evinde bize kurs verirdi.” sözlerine yer verdiler.
Mustafa Yalçınkaya, ömür hisarını, yakınma lisanı yerine yekinme lisanı üzerine inşa etti. Sonuç vermeyen tek yolun şikâyet etmek olduğunu belirtti. Güncel yaşamının arasına zaman zaman gözyaşlarını kattı. Sebebini soranlara “Ağladıklarım, anlatamadıklarımın zekâtıdır.” diye cevap verdi.
Yaradan’ın kula ikramının, kulun kula vermesiyle çoğalacağına inandı. İradesini dürüstlükten yana kullandıkça talihi güldü. “Bir azmin hikâyesi” ni ortaya koyarak kendi efsanesinin kahramanı oldu.
Varlığa erişenlerin hayat hikâyeleri acı, çile ve zorluklarla doludur. Her zorluk, aslında gizlenmiş bir fırsattır. Mustafa Yalçınkaya, varlığı zenginlik olarak değil, her yeni gün için bir başlangıç fırsatı olarak gördü. İstikametini dilindeki doğruluk, elindeki cömertlik, kalbindeki saflık belirledi.
O, bata çıka yürüdüğü taşlı dikenli yolda yüzlerce çalışanıyla vatan, millet, devlet için istihdama, üretmeye ve yol göstermeye ısrarla ve istikrarla devam etmektedir.
İhsan YALÇINKAYA /Eğitimci-Yazar